20 Ağustos 2009 Perşembe

Yüzyıllık Yalnızlık


"Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi.”

Adam yapmış abi! Zaten cevherin nereden çıkacağı belli olsaydı, Kongo'da elmas olmazdı...
Macondo derler bir yeri yazmış Gabriel Garcia Marquez. Badem ağaçları ile dolu sarı sıcak bir yer, Kolombiya'nın göbeğinde.
Sanırım sekiz kere falan gitmişimdir bu köye. Ezberledim artık, her bir köşesini. Zaman içinde badem ağaçları tozlansa da Buendia soyunu her bir seferinde baştan sona takip etmenin tadına vardım. Uykusuzluk hastalığının köyü vurduğu ve insanların gündüz düşleri görmeye başladığı zaman oradaydım, tıpkı kralın ölümünde olduğum gibi. Aureliano Buendia idam mangasının önünde iken ben de karşıdaki mezarlıkta bir mezar taşının arkasına gizlenmiş izliyordum. Türk Sokağı'nı gezdim, Melquiades ve tayfası geldiğinde sirkte dolaştım. Güzel Remedios'un çarşafları asarken nerden geldiği belli olmayan bir rüzgar ile sonsuzluğa yükseldiğine ilk ben inandım. Amaranta elini kor ateşe sokup yaktığında Buendia'ların mutfağında sütlü kahve içen bendim.
Marquez'in marifeti bu zaten. Okuyanı elinden tutup pat diye kitabın ortasına bırakıveriyor. Kitabı izlemek gibi bir şey bu. Her satırı yaşıyor insan. Etrafında olup bitiyor her şey ve sen kenarda bir sandalyede oturmuş izliyorsun.
Bu kitabı okurken aldığım keyfin haddi hesabı yok zaten ama yine de Allah, Muz Şirketini ve onların çinko kaplı damlarını bildiği gibi yapsın!!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder